Kırmızı Kaşık

26 Şubat 2012 Pazar

Fırında Tavuk Var!


      Evde yine yemek yok ama buzdolapta mükemmel bir yemeğin bir parçası olmayı bekleyen tavuğumuz var. Sonra patatesimiz var, bezelyemiz var, mısırımız var... Yani artık mutfağa girebilirdim. Ne yapabilirim diye düşündükten sonra tavukları fırın poşetinde pişirmeye karar verdim.  Yanına da garnitürler ekleyip servis yapacaktım. Böylece bu hafif yemeği yapmaya koyuldum.

Malzemeler:


* 1 paket but bonfile
* 1.5 çay bardağı mısır
* 2 çay bardağı bezelye
* 2 adet havuç
* 3 adet orta boy patates
* sirke
* tuz
* kırmızı biber, kara biber,
  kekik, muskat

Önce tavuklarımızı sıcak suda bekletiyoruz. Tavukları süzüp, kemiklerinden arındırıyoruz. Daha sonra ılık suyun içinde bekletiyoruz. İçine bir miktar (1 çay kaşığı) sirke koyuyoruz ki tavuklar yumuşasın. Diğer yandan havuçları küp küp doğrayıp. Tencereye alıp, suda haşlıyoruz. Bezelyeyi ve mısırı da ekliyoruz. Havuç, bezelye ve mısır bir tencerede haşlanırken ayrı bir tencerede patatesleri haşlıyoruz. Tavuğun suyunu süzüp kırmızı biber, karabiber, kekik ve muskatı ekliyoruz. Ayrıca belirtmeden geçemiyeceğim muskat çok farklı bir tat veriyor. Denemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Bu buharatla ilk kez İspanya'da tanıştım. Nerelerde kullanıldığını bilmiyordum. Sonradan öğrendim keklerden et yemeklerine kadar her yemekte kullanılabiliyormuş. Nitekim ilk deneyimimde olumlu sonuçlar aldım. Şimdi hemen hemen her yemekte az da olsa katıyorum. Muskatı da ekledikten sonra içi una bulanmış fırın poşetine tavukları yerleştiriyoruz. Belli yerlerinden poşeti deliyoruz. Önceden ısıtılmış 200 dereceyi geçmeyen fırında 25-30 dakika pişiriyoruz. Haşlanan patatesleri blender'dan geçirip biraz limon ekliyoruz(kararmaması için). Yoğun olmasını isterseniz içine bir miktar tam buğday unu ekleyebilirsiniz. Patates püremizi de hazırladıktan sonra fırından, pişen tavuğumuzu alıp pırasa yatağının üzerine koyuyoruz(Pırasa yemeği önceden vardı.) Haşlanan garnitürleri de yanına alıp, kenarlarını da patates püresiyle süslüyoruz. Üzerine de istediğiniz gibi bir sos hazırlayabilirsiniz.




Muzicons.com

23 Şubat 2012 Perşembe

Makarna da yemektir

Geçenlerde dizüstü bilgisayarımın fanında sorun vardı ben de geçici bir süre masaüstüne geçtim. Uzun süredir açmamıştım bu bilgisayarı. Meğerse içinde unuttuğum o kadar çok şey varmış ki; resimlerim, müziklerim, yazışmalarım...  geçmişe ufak bir yolculuk yaptım desem yeridir. Resim dosyalarımı karıştırırken bu fotoğrafı buldum. Daha sonra neden olmasın dedim ve tarifini sizlerle paylaşmaya karar verdim. Bildiğimiz makarna işte, değil. Evde yiyecek bir şey yoksa, günün menüsünü beğenmediysek hemen bir makarna yapayım mantığının makarnanın değerini azalttığını düşünüyorum. Oysa makarnaya gereken önem verilse bugün bunları konuşuyor olmazdık. Ayrıca size şunu söyleyebilirim ki makarnayla harikalar yaratmak o kadar kolaydır ki. Hem görsellik hem de lezzet açısından tatmin edici deneyimler ortaya çıkabilir.

Malzemeler:
* 1-2 adet patlıcan
* 5 adet mantar
* 1 adet patates
* 2 yemek kaşığı salça
* 1 yemek kaşığı biber salçası
* 2-3 dilim pastırma
* 1 paket spagetti

Önce spagetti için suyumuzu kaynatıyoruz, tuz ekleyip spagettileri kırmadan tenceremize alıyoruz. Bir yandan da patlıcanların kabuklarını soyup küp küp (ufak ufak) doğruyoruz ve bir kap içinde kaynamış su ve ılık suyu karıştırıyoruz üzerine tuz ekleyip patlıcanlarımızı da bu kaba alıyoruz. Patatesleri de küp küp kesip bir tavada kızartıyoruz. Patatesleri kızarttıktan sonra tuzlu suda beklettiğimiz patlıcanları da kızartıyoruz. Mantarları doğrayıp tencereye alıyoruz ve yumuşayana kadar pişiriyoruz. Kızarttığımız patlıcanları ve patatesleri de ekliyoruz. Ayrı bir kapta domates ve biber salçasını karıştırıyoruz. Kıvamı açılana kadar su ekliyoruz. Bu sosu mantar, patlıcan ve patateslerin olduğu tencereye aktarıp kısık ateşte pişmesini bekliyoruz. Spagettiler yumuşadıktan sonra içine biraz sıvıyağ ekliyoruz (birbirine yapışmaması için) kısık ateşte 5 dakika daha bekletip süzüyoruz. Sosu hazır olduğunda üzerine ilave edip, ince ince kıyılmış pastırmaları da ekleyip servis yapıyoruz. Ve tabi ki kekiksiz olmaz!
Muzicons.com

11 Şubat 2012 Cumartesi

patatesli milföy böreğim


Belki de yapması en kolay böreklerden biri, milföy böreği. Hatta yapması en kolay börek, evet. Davetsiz bir misafir geldiğinde hemen o anda yapılabilecek bir börek. O yüzden dondurucuda olmazsa olmazlardan bir tanesi milföy hamuru. Bu tarifimizde de beni uğraştırdı diyebileceğim tek şey iç harcı oldu. Ona da fazla uğraşmadım da işte hamuru kapamanın yanında bir külfet gibi görünebilirdi tabi.





Malzemeler:
* Milföy hamuru
* 1 adet yumurta

iç harcı için:
* 2 adet orta boy patates
* Kaşar peyniri
* Kekik

Patatesleri haşlıyoruz. Haşlandıktan sonra püre haline getiriyoruz içine rendelenmiş kaşar peyniri ve kekiği ekliyoruz. Harcı milföy hamurlarına eşit bir şekilde dağıtıyoruz ve muska biçiminde kapatıyoruz. Yağlanmış tepsiye dizip üzerine yumurta sarısını sürüyoruz ve fırına veriyoruz. 180-190 derecelik bir fırında 30 dakika pişiriyoruz ve patatesli milföy böreğimiz hazır oluyor.

Un Kurabiyesi ve Diğerleri

Neden un kurabiyesi? çünkü ben un kurabiyesini çok seviyorum. Onu diğer kurabiyelerden üstün tutuyorum çünkü o çok özel. Un kurabiyesi deyip geçmiyorum mesela. Bu kurabiyeyi yapmak ilk kimin aklına gelmiş cidden çok merak ediyorum. Her neyse lafı fazla uzatmadan tarife geçiyorum.

Malzemeler:
* 1 paket margarin
* 4 yemek kaşığı pudra şekeri
* 1 paket vanilya
* un

İlk olarak margarinle pudra şekerini karıştırıyoruz. Margarini oda sıcaklığındaki haliyle de kullanabilirsiniz. Ben ızgarada bir kap içinde biraz eritiyorum. Pudra şekerini margarine iyiyce yediriyoruz. Vanilyayı katıyoruz ve alabildiğince un ekliyoruz. Hamuru yoğurduktan sonra ufak ufak parçalar alıp elimizde yuvarlıyoruz üzerine hafif hafif bastırıp yağladığımız veya pişirme kağıdıyla kapladığımız tepsiye yerleştiriyoruz ve fırına alıyoruz. '5-30 dakikalık bir pişirme süresinin ardından (renginin açık kalmasına dikkat ediyoruz) fırından alıyoruz ve kurabiyeleri tek tek pudra şekerine buluyoruz.

Bu yazımı da bu kurabiye gibi yumuşacık bir şarkıyla sonlandırıyorum:)


Muzicons.com

7 Şubat 2012 Salı

Kunta Kinte


Bu kek o kadar çok hatıra barındırıyor ki, ne zaman yesem hüzünlendirir beni. Bu keki ilk kez bir komşumuzda yemiştim. Çok eskidendi, o yüzden hep çocukluğumu hatırlatır bana. Annem komşumuzdan tarifini istediğinde adının nereden geldiğini de anlatmıştı bana. Onların zamanında  zenci bir kölenin başından geçen olayları anlatan  bir dizi varmış, bu kölenin adı da kunta kinte imiş. Bu kek de kara olmasından mütevellit kunta kinte adını almış. Bu ismi ona komşumuz Nilgün Teyzenin verdiğini düşünürdüm ama yıllar geçtikçe bir kaç kişiden daha duydum ama ben hala o ismi ona Nilgün Teyzenin verdiğine inandırmak istiyorum kendimi, büyüsü bozulsun istemem sonuçta.

Malzemeler:

* 3 yumurta
* 1 su bardağı şeker
* 1 bardak süt
* yarım su bardağı sıvıyağ
* 4 yemek kaşığı kakao
* un
* 1 paket vanilya
* 1 paket hamur kabartma tozu

Önce yumurta ve şekeri köpürünceye kadar çırpıyoruz. Sonra süt, yağ ve kakaoyu ekliyoruz. Daha sonra bu karışımdan 1 su bardağı kadar ayırıyoruz, üzeri için. Unu, vanilyayı ve kabartma tozunu ekliyoruz ve kaba boşaltıp fırına veriyoruz. Önceden ısıtılmış 180 derece fırında 25-30 dakika pişiriyoruz. Fırından çıktıktan sonra ayırdığımız bir bardaklık sosu kekin üzerine döküyoruz. Bir bardak sos az geldiği için ben ayrıca çikolata sos yapıp ondan da döküyorum. 


Hotel Rye'nin Krepleri

İskandinavya turumuzun son durağıydı Danimarka. Kopenhag'da bir otel ayarlamıştı babam. Bin bir hayalle geldiğim Kopenhag'da, başlarda hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur. Otobüsten iner inmez etrafa bakındım. Çok kasvetli, kirli ve soğuk göründü bana. Gezdiğimiz şehirler arasında en kötüsü bu olacaktı herhalde diye düşündüm. Tüm bu düşünceleri kendime saklayıp otelin yolunu tuttuk. Otele geldiğimizde ikinci bir hayal kırıklığını da yaşamış oldum. Burası eski bir apartmandan bozma kötü bir pansiyondu sanki. Memnuniyetsizliğimi belli etmeden odaya geçtik. Babam yüzümden anlamış olacak ki "Burada iki gün kalamam dersen uçuşumuzu erkene alabilirim" dedi. Hemen kabul ettim. Türk Hava Yolları'nı aradık ve bunun mümkün olamayacağını söylediler ve bu otelde iki gün kalacağım gerçeğiyle böylece yüzleşmiş oldum. Geldiğimiz gün ufak bir şehir turu yaptık. Çok yorgun olduğumuzdan fazla da zorlamadık kendimizi. Hava kararmaya başlayınca otele geçtik.  Otelin ortak alanı sayılan salonda babamla oturuyorduk.

Gezmek için çok yorgunduk ama otelde kalmak da bizi fazlasıyla sıkıyordu. Babamla satranç oynadık, salonun sehpası üzerinde duran ziyaretçi defterine bir göz attım. Bir kaç fotoğraf vardı. Yemek yenilen yerde, salonda, girişte çekilmiş. Sanki onlar otele gelen turistler değil de o evde yaşayan, aileden biriymiş gibiydiler. Deftere de samimi şeyler yazmışlardı. Bir an saatler öncesinde gelip de burun kıvırdığım otelde olduğumu unutmuştum. Belki de alışmıştım. Hep böyle olmaz mıydı zaten. Bir şey olsun istemezsiniz, hayat onu burnunuzun dibine kadar getirir ve zaman geçtikten sonra bir bakarsınız alışmışsınız. Artık kabullenmiştim ve iki günüm burada geçecekti. Sabah erken kalkıp kahvaltıya indik. Fazla büyük sayılmayacak bir tezgahta çoğunluğunu çeşit çeşit meyve sularının oluşturduğu kahvaltılıklar vardı.


Haliyle seçme şansım olmadığından bulduğumu yedim. Otel sahibesi geldi. Sıcak bir gülümsemeyle çaylarımızı koydu. Sanki otel bu bayanın eviydi de biz de ona misafirliğe gelmişiz gibi hissettim. Belki de burayı güzel kılan buydu. İnsanlar bu yüzden buradan memnum ayrılıyorlardı yoksa ziyaretçi defterindeki yazılanların o mutlu insanların    
olduğu fotoğrafların başka bi açıklaması olamazdı. Her neyse tezgaha tekrar göz attıktan sonra üstü tencere kapağı gibi bir şeyle örtülmüş bir kap gözüme çarptı. Hemen kapağı kaldırdım veee işte Hotel Rye'nin krepleriyle tanışmam böyle oldu. Hemen tabağıma bir tane aldım, üzerine de biraz fıstık ezmesi ve biraz da çikolata koydum ve tabi ki afiyetle yedim. Bir daha da öyle bir krepi ne gördüm ne duydum. Belki tadı mükemmel değildi ama o krep yokluğun içinde bir varlıktı. Çöldeki suydu adeta :p Sabahlarımı bu kreple şenlendirdiğim Hotel Rye'den ayrılma vakti gelmişti artık. Buna ben de inanamamıştım ama otelden ayrılırken bir burukluk vardı hani. Ayrıca burası İskandinavya turumuzun da bitiş noktasıydı. Eve dönme zamanı gelmişti artık. Ankara'ya geldikten sonra defalarca krep yapmayı denediysem de istediğim gibi olmadı. Daha sonra ben de pankek yapmaya karar verdim. Belki krepin yerini tutmazdı ama idare edebilirdi işte. Bu da benim pankeklerimin tarifi:

Malzemeler:
* 1 yumurta
* 1 su bardağı süt
* 1 su bardağı un
* 1 yemek kaşığı sıvı yağ
* 1 paket vanilya
* yarım paket hamur kabartma tozu

Malzemelerin hepsini karıştırıp teflon tavaya parça parça döküyoruz ve pankeklerimiz hazır oluyor.
 
Muzicons.com

5 Şubat 2012 Pazar

Fas'da çay saati


   2001 yılında kendimi Fes'in labirent sokaklarında bulmadan önce ne Fes ne de Fas hakkında bir bilgim olduğu söylenemezdi. Fas öyle bir ülke ki ne bir boğaz ötesindeki İspanya'ya, Portekiz'e benzetmek mümkün ne de hemen yanı başındaki Cezayir'e... Bir masal ülkesi burası, henüz duyulmamış bütün mistik hikayelerin doğduğu topraklar sanki. Cebelitarık Boğazından geçerken başladı bizim hikayemiz. Burada tatlı ve tuzlu suyun birbirine karışmadığını söylemişti babam. Fas'ın büyüsü böyle karşılamıştı işte bizleri. Her ne kadar Fes'e ayak bastığımda heyecanımı yitirir gibi olduysam da labirent sokaklarına vardığımızda bu şehir, beni yakalayıp hikayeye dahil etmesini bilmişti. Kök boyanın kokusu sarıyordu şehrin dört bir yanını; mavinin, yeşilin, sarının en güzel hali buluşmuştu adım attığımız her sokakta. Öyle bir maviydi ki buranın mavisi, huzurdan başka birşey hissettirmiyordu insana. Bir yeşili vardı ki baktığın zaman içini ferahlatıyordu insanın. Bir de sarısı vardı tabi ki içinde sayısız sırrı barındıran bir büyüydü sanki. Sokakta yan yana iki kişi zor yürürdü belki ama nefes alıp vermemi zorlayan bu değildi elbet,  nefes kesen gizemiydi bu şehrin. Her geniş kapı bir avluya açılıyordu. Her avluda bir havuz ve suyun muhteşem sesi...  Gözümüz avlularda kalıp sokağa çıktığımızda bir Simbad belirdi karşımızda. Evet Sinbad yanlış okumadınız. Adı Sinbad idi çünkü ayağında kalkık ve sivri burunlu bir terlik vardı ve biz de bu adı uygun görmüştük ona. Bu Sinbad labirent sokaklarda kaybolmuş turistlere yol gösterip para kazanmaya çalışan gayrı resmi bir rehberden başkası değildi. Babam elindeki üzerinde "Morocco" yazılı biricik kitabımızı gösterip, bir rehbere ihtiyacımız olmadığını söylediyse de Sinbad oldukça ısrarcıydı. Tam atlattık derken bir iki sokak ötede tekrar karşımıza çıktı bu Simbad. Sonra tekrar aynı şeyler yaşandı. Daha sonraları sık sık karşımıza çıktıysa da sinsi bakışlarına maruz kalarak onu da geri de bırakmıştık. Fas deyince bu ufak hatıralardan başka pek bir şey hatırladığım söylenemez ama hissettirdikleri yeter de artar bana. Bunca şeyi neden yazdım çünkü bu çaydan bahsetmem lazım. Giriş kısmı uzun oldu farkındayım. Her neyse gel gelelim Fas'ın meşhur nane çayına ya da nam-ı diğer touareg çayı. Şekeri çay yapım aşamasındayken katılıyor. Bu çayın ikramı Fas'da bir ritüel haline gelmiş. Aslına sadık kalamadım ama ben de denedim. Bu çayın içinde yeşil çay, nane ve benim için uygun miktarda şeker var. Bu da benim nane çayım. Artık içer içer Fas'ı anarım. Bu da bu yazının müziği olsun hadi.
Recipe Blogs - BlogCatalog Blog Directory