Kırmızı Kaşık

17 Eylül 2014 Çarşamba

Ne güzel yerler var... (Vol. 2)

Geçtiğimiz hafta yine, yeni tatlar ve yeni mekanlar arayışı uğruna kilometrelerce mesafe kat edip(!) karşıya geçtik ve Karaköy'de çok güzel mekanlar keşfettik. Yaklaşık 5 aylık etrafı tanıma süreci geçirmiş olsam da hala tam anlamıyla hakim değilim ne yazık ki buralara. Nitekim, Karaköy deyince İstanbullu olan birinde nasıl izlenim uyandırır bilinmez ama listemdeki mekanlara bakarak büyük beklentilerle gittiğim gerçeğini de burada size itiraf edebilirim sanırım. Kadıköy-Karaköy vapurundan inip karaya ayak basar basmaz hemen navigasyonlarımızı açtık. Sonra tek tek mekanları aradık hangisi en yakınsa ilk ona gidecektik, çünkü tahmin edersiniz ki yine geçerli bir değerlendirme yapabilmek için evden bir şey yemeden çıkmamız gerekiyordu ve biz de gerekeni yaptık. Biz demişken, önceki hafta 3 kişi olarak başladığımız topluluğu 5 kişiye çıkarabilmiştik bu hafta.

-- Ops --

Ops'u hedef mekan olarak belirledikten sonra caddeleri adımlarımızla arşınlamaya başlamıştık. Tam buradan mı döneceğiz, şu aradan mı girecektik diye kendimizi sorgularken listede yer alan
mekanlardan bir kaçına rastlamıştık bile. Bazılarını günün o saati için uygun olmadığından, bazılarını da 5 kişilik kadromuza yer bulamama endişesinden dolayı elemek zorunda kaldık. Hem esas hedefimiz de Ops'tu zaten. Planımızdan taviz vermeden ilerlemeye devam ettik. Eski, salaş hatta karanlık bile denilebilecek sokakların ortasında ardı ardına sıralanmış küçük kafelere rastlamış, incelemeye koyulurken oracıkta Ops beliriverdi. Karşısında da muadili sayılabilecek başka bir kafe vardı. İçine girip deneme fırsatımız olmadı ama burası mı orası mı diye bizi kararsızlıklara gark etmedi de diyemeyiz. En sonunda Ops'ta
karar kıldık, en başta planladığımız gibi. İçeriye girer girmez burası olmuş dedim. Kendimi hiç dışarda bir kafede oturuyomuş gibi hissetmedim ama ilginç bir şekilde bir ev ortamının sıcaklığı vardı demek de mümkün değil gibi. İlginç bir atmosferi vardı mekanın. Daha önce gitmişseniz ya da gitme fırsatınız olursa muhtemelen ne demek istediğimi anlayacaksınız. Gözümüze kestirdiğimiz, mekandaki en büyük masaya doğru yol alırken müşterilerden birinin önüne gelen siparişe takıldı bizimkilerin gözü. Bir kişi için oldukça fazla sayılabilecek, ahşap tabla üzerinde servis edilen sandviçten başka bir şey değildi bu. Oturur oturmaz bize de ondan getirin demeyip kibar bir şekilde menüdeki olası ihtimallerden birini sipariş ettik. Tabi ki de önümüze gelen sipariş bizimkilerin gözünü alamadıkları
o sandviçti. 2'şerli olarak söyledik (tek başına bir kişinin onu bitirmesi pek de mümkün görünmüyordu). Şimdi lezzet konusuna değineceğim ama altı üstü sandviç değerlendirmeye ne gerek var dediğinizi duyar gibiyim ama olay bundan ibaret değil tabi ki. Bir sandviçin olması gerektiği kadar hafif ve sıradan sandviçlerden farklı olarak bir tütsü tadı vardı bunda. Her ne kadar bizimkiler bu tütsülü tadın peynirden geldiğini iddia etseler de ben bu tadın tavuktan geldiğine emin gibiydim, emindim hatta. Bu çift kişilik tek porsiyonluk sandviçle karnımızı doyurduktan sonra madem bu kadar geldik dedik, Karaköy'e gelip de Karaköy Güllüoğlu'na gitmemek olmaz dedik ve o çokça övülen ünlü Karaköy Güllüoğlu'na doğru yol aldık.

-- Karaköy Güllüoğlu --

Yazının bundan sonraki kısmı belki de haksız olarak tabir edebileceğiniz eleştirilerle dolu olacak. Eğer hazırsanız mekana girişimizden çıkışımıza kadar geçen süreyi hikayesiyle anlatmak isterim. Mekana adım atmamızla bir baklavacı için oldukça fazla ya da gereğinden fazla bir kalabalıkla
karşılaştık. Kasada fiş kuyruğunda bekleyen mi dersin, aldığı baklavanın yanına 1 porsiyon kaymak ekletmeye çalışan mı dersin, tam bir curcunaydı. Neyse ki çalışanlar her şeyi bir düzene oturtmuş olacak ki seri bir şekilde sipariş basamaklarını bir bir atlattık. Her birimiz farklı bir şey sipariş ettik, böylece birden fazla ürünü (baklava ürünü?) deneyimleme imkanımız oldu. Yer sıkıntısı bizim gibi toplu halde gelen gruplar için biraz sıkıntılı. Masadaki insanları inceledikten sonra kalkmaya meyilli olan insanların yanına giderek psikolojik baskı uygulamak suretiyle "Kalkacak mısınız?" diye sormak, durumu bir nebze kurtarıyor gibi. Neyse ki belirttiğim şekilde bir masayı ele geçirip kısa süreli hükümranlığımızı başlatmış olduk. Çatallarımız birbirimizin tabaklarında gezinirken biz çoktan bir fikir sahibi olmuştuk. Eveeet izninizle bundan sonra eleştirilerime başlayabilirim. Ankara'dan gelmiş biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Ankara'da çok daha iyi baklava yemişliğim var. Hatta direkt referans olarak; Hacıbaba, Düveroğlu der, susarım. Özellikle Hacıbaba'nın kaymaklı baklavası ve ayran ikilisini anlatmaya kelimeler yetmez sanıyorum. Düveroğlu'na da buradan selam gönderip hikayenin geri kalanına devam etmek
istiyorum. Tabi ki körü körüne eleştirmek olmaz. O baklava açan ustaların eline sağlık, yediğimiz baklavalar güzeldi ama bu kadar abartılışına her bir lokmamda anlam veremedim bir türlü. Belki önceden başarılı bir mekandı sonra talep arttıkça fabrika usulü üretime geçildi ve bu da kalitesini düşürmüş olabilir ama kesinlikle "Karaköy Güllüoğlu'na gitmen lazım"lık bir yer değil. Elbette artıları da vardı; sipariş işleyiş düzeni sonra baklavanın içindeki fıstıkların tazeliği bahsedilmeye değer artılarından bir kaçı. Burada dünyanın en ağır baklavasını yedikten sonra İstiklal'e doğru yürümeye başladık. Nasıl zorlandığımızı belki tahmin edebilirsiniz. Yürürken harcadığımız kaloriler tabi ki baklavayla aldıklarımızı yakmaya yetmedi. Gün içersinde başka bir şey yiyecek halimiz kalmadığı için gezimizi bu şekilde tamamladık. Ertesi gün kahvaltıda bir şey yemesem bile olurdu ama yedim. Karaköy Güllüoğlu baklavaları belki de günlerce bedenimde kaldı, bilemeyiz... Bir hafta da böyle geçti. Yeni yerlerle, yeni tatlarla, yeni yazılar için bekleyin sevgili takipçiler.


The Oldest of Sisters by Balthazar on Grooveshark

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Recipe Blogs - BlogCatalog Blog Directory